Teknolojinin değişim hızı arttıkça, sadece makineler değil, insanlar da hızlandı. Zamanla yarışan, saniyeler içinde kararlar alan, her şeyi “daha çabuk” isteyen bir nesle dönüştük. Artık hedeflerimiz bile hızın mantığıyla belirleniyor: Hızlı yaşamak, hızlı para kazanmak, hızlıca ev ve araba almak…
Ama bu “hız ekonomisi”nin bedeli ağır: İnsan olmanın en değerli özelliklerini, yani sabrı, merhameti, paylaşmayı, derin düşünmeyi kaybediyoruz. Çünkü hızın olduğu yerde beklemek lüks, anlamak ise zaman kaybı sayılıyor.
Eskiden çalışmak bir ömürlük hedefti; ev almak, yuva kurmak yılların emeğiyle olurdu. Şimdi ise “hemen olsun” istiyoruz. Kredi kartıyla geleceğimizi ipotek altına alıp, daha yaşanmamış yıllarımızı bugünden harcıyoruz. Böylece, hayatın her alanında “hazır tüketim” mantığına geçiyoruz.
İnsanı insan yapan değerler, teknolojinin hızıyla yarışamayınca kenara itiliyor. Empati yerini çıkar hesaplarına bırakıyor, dostluklar sanal beğenilere dönüşüyor, yardımlaşma ise ancak sosyal medya kampanyalarıyla hatırlanıyor.
Oysa teknoloji bizim hızımızı artırmak için değil, hayat kalitemizi yükseltmek için vardı. Fakat biz hızın kölesi olmayı seçtik. Durup düşünmek, anın tadını çıkarmak, insan olmanın inceliklerini yaşatmak… Bunlar artık “geride kalmış” alışkanlıklar gibi görülüyor.
Belki de en büyük sınavımız, bu hız çağında yavaşlayabilmek olacak. Çünkü insan, hızla makineleşirken, makineleşmeyen tek şey kalıyor: Kalbin atışı. Onu kaybedersek, elimizde ne telefonun ekranı, ne arabanın anahtarı, ne de paranın kendisi bizi insan yapmaya yetmeyecek.