Hani, göğsümüzü gere gere Çin Seddi’nden Adriyatik kıyılarına kadar uzanan muazzam
coğrafyada on altı büyük Türk devleti kurmakla övünürüz ya!
Hani, İslam’la şereflendikten sonra İlay-ı Kelimetullah ve Nizam-ı Âlem için Kızılelma’ya
yürüdüğümüzü sık sık ifade ederiz ya!
Hani, “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne
güzel ordudur.”, der; der de İslam peygamberi Hz. Muhammed’in iltifatına mazhar olmuş bir
milletin evlatlarıyız, deriz ya!
Hani, “Devletin dini adalettir”, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözlerini tekrar tekrar söyler
ve bu doğrultuda savaşta ve barışta milletimizin gerçekte yaşadığı örnek menkıbeleri anlatırız
ya!
Hani biraz mürekkep yalamışlarımız; “ ne mutlu Türkü’m diyene”, sözünü milletimizin
özelliklerini anlatırken referans gösterir ya!
Hani, nice bin yıllık devlet tecrübesine sahip bir millet olduğumuzu dosta, düşmana sık sık
hatırlatırız ya!
Haniler ve hanilerin gerçekliğini inkâr etmek mümkün değil.
Biz, bu hanileri bire bir yaşamış bir milletiz. Doğru…
Ancak, 16 Büyük Türk devletinin mevcut panoraması, bu günün, 100. yılını yaşadığımız
Türkiye Cumhuriyeti’nin, mevcut gerçekleri ile çelişmekten öte taban tabana zıtlıklar
sergilemektedir.
Günümüz Türkiye’sinde dilimize musallat olmuş, bizi biz yapan değerlerin temellerine
dinamit koyan aşağıya aldığım sözleri söylemekle kalmıyor; büyük bir pişkinlikle yaşıyor,
yaşatıyor, yaşatılmasına çanak tutuyoruz.
“Devletin malı deniz, yemeyen domuz...”,
“Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı, de…”
“Bal tutan parmağını yalar”
“Üzümünü ye, bağını sorma”
“Gelene ağam, gidene paşam
“Gemisini yüzdüren kaptandır”
“Her koyun kendi bacağından asılır”
“Bana değmeyen yılan bin yaşasın”
“…”
Ünlü Fransız yazar, şair ve devlet adamı Lamartine: “Irk ve millet olarak Türkler,
bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenedir. Dini, sosyal
ve örfi faziletleri, tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır.”, diye övdüğü
Türkler, bu sözlerle yaşantılarını özleştiremezler, diye haykırmak geliyor içimden; ancak
haykıramıyorum. Bırakın haykırmayı cılız bir sesle inkâr etme gücünü dahi kendimde
bulamıyorum. Her şeyin bir zıddı olduğu gibi olsa olsa bu sözler, gerçek atasözlerin zıddı olan
seviyesiz sözleridir de diyemiyorum. Çünkü bu seviyesiz sözler, toplumumuzda tutmuştur.
Yaşanıyor ve yaşatılmasına imkân veriliyor. Maalesef, vurguna, soyguna; hırsızlığa,
arsızlığa; haksızlığa, hukuksuzluğa; sorgulamamaya, yargılamamaya; aymazlığa,
vurdumduymazlığa, neme lazımcılığa, hatta ihanete kapılarını ardına kadar açıyor.
Bu yıkıcı sözlerin eyleme dönüşmemesi için okullarımızda, camilerimizde, sivil
toplum kuruluşlarımızda, devlet kademelerinde mücadele veriyor muyuz? Hayır! Fert olarak
kendimiz neme lazımcılığı teşvik eden bu sözlerle mücadele ediyor muyuz? Hayır!
Bu durumda ne beklenir bu ülkenin geleceğinden? Biz, millet olarak, devlet olarak,
üniversiteler, eğitim kurumları olarak atımızı, itimizi nallayıp gece gündüz neyin peşinde
koşuyor ve zaman harcıyoruz? Bir bakın Allah aşkına! Neyin olacak her şeyi mubah gören
paranın, rant getirisi olarak gördüğümüz siyasetin! Malın, mülkün, meşru veya gayri meşru
olduğuna bakmaksızın kazancın ve ona ulaşmanın yolu olarak hâlihazırda en büyük güç olan
siyasetin. Siyasetin içine öylesine gömülmüşüz ki! Varsa yoksa iktidar olma veya iktidarda
kalma mücadelesi. Ha bire laf üretiyor, algı operasyonları ile taraftar bulmaya çalışıyoruz.
Kanun uygulayıcılarımız korkak, üniversitelerimiz çözüm üretmekten uzak, din adamlarımız
ürkek, bilenlerimiz suskun. Neme lazımcıların çokluğu ülke adına korkutuyor düşünen
insanları…
Gün, günü aratır duruma geldi. Doğruyu bulmak, doğruda kalmak, doğruda
yürümek… Birliğe dirliğe, diriliğe kanat açmak; sormak sorgulamak, çözüm aramak; çözüm
bulmak, uygulamak… Unutulmasın ki her geçen gün, bizi bizden bir parça daha
uzaklaştırıyor, bizi biz yapan değerlere karşı yabancılaştırıyor. Yabancılaştıkça da hızla
uçuruma yaklaşıyoruz.
Hadi Önal/Elazığ