Ama o sırada kimse sesini yükseltmedi.
Ne uluslararası toplum, ne komşular…
Sadece bir millet vardı ki, suskunluğunda bir sabır biriktirdi: Pakistan.
“Bazen en güçlü tepki, sessizliğin içindeki hazırlıktır.”
Pakistan, bilimin ışığıyla geceleri aydınlatmaya karar verdi. Ama o ışık, bu kez uranyumdan doğacaktı.
Kirana’da gizli laboratuvarlar kuruldu. Belgeler yakıldı, insanlar sustu, uykular bölündü.
Ve bir akıl...
O akıl ki ne haritada görünüyordu, ne manşetlerde…
Ama vardı.
O akıl Türkiye idi.
Pakistan’ın nükleer yolculuğunda Türkiye’nin rolü kitaplara yazılmadı. Çünkü bu iş birliği ne anlaşmalara döküldü, ne ekranlara yansıdı.
Bu bir akrabalıktan fazlasıydı. Bu, tarihsel bir sorumluluğun fısıltısıydı.
Kimse bilmedi ama bazı bilgiler, Ankara’dan İslamabad’a “kitap değil, zihin” olarak taşındı.
Bazı bilim insanları, “konferans” değil “istikamet” sundu.
Bazı belgeler, dosyalarda değil; dualarda saklandı.
Ve bazı destekler, teknik değil; stratejik derinlikteydi.
“Gerçek destek, duyulmaz; hissedilir. Zira kardeşlik bazen bir makine parçasında değil, bir fikrin yönünde gizlidir.”
Türkiye, Pakistan’ın atom yolculuğuna yol göstermedi, yön verdi. Ne alenen öne çıktı, ne geride durdu. Tam olması gerektiği gibi: Gölge gibi.
Hindistan, 1998’de bir kez daha “nükleer güç gösterisi” yaptı: Pokhran-II. Bu, sadece Pakistan’a değil, bölgeye ve özellikle Çin’e gönderilen bir “doğrudan mesaj”dı.
Ama Hindistan’ın unuttuğu bir şey vardı:
“Kibrin sesi ne kadar yüksekse, adaletin cevabı o kadar derindir.”
Pakistan, 15 gün sonra Chagai-I ile cevap verdi.
Ve bu cevabın yankısı sadece dağları değil, dünyanın güç dengelerini sarstı.
Pakistan, nükleer güçtü artık.
Ama bu başarı sadece teknolojiyle değil, bir strateji koalisyonunun aklıyla gerçekleşmişti.
Ve o stratejinin bir cephesinde Türk mühendisleri, diplomatları, düşünürleri, istihbaratçıları vardı.
Ne zaman Hindistan test yaptıysa, Batı'dan sadece "ılımlı kınamalar" geldi.
Ama Pakistan aynı hamleyi yapınca ABD ve İngiltere adeta alarm zillerini çaldı.
Çünkü Hindistan, onların “Çin’e karşı Asya’daki kale”siydi.
Pakistan ise ne denetleyebilecekleri bir figür, ne de diz çöktürebilecekleri bir devletti.
Ve daha da kötüsü: Türkiye ile birlikte düşünmeye başlamıştı.
“Batı, kontrol edemediği Müslüman aklı düşman, yönlendiremediği doğulu ittifakı tehdit sayar.”
İngiltere, Hindistan’ı hâlâ kraliyet at arabalarıyla karşılıyor; bu bir gelenek değil, asimetrik bağlılıkların sembolüdür.
Hindistan, Batı'nın Çin kuşatmasında piyon olurken, Pakistan ve Çin arasındaki stratejik yakınlık Türkiye’yi denklemde “sessiz ama etkili bir kutup” haline getirdi.
Türkiye, Çin’le kavga etmiyor; dengeliyor.
Pakistan’la ittifak kuruyor; gölgesiyle hareket ediyor.
ABD ve İngiltere’nin satranç tahtasına “kendi kurallarını” yazıyordu.
Çünkü artık Pasifik’te de bir oyun kurucu vardı: Anadolu Aklı.
“Bir millet düşünün ki; Balkanlar’da şarkı, Afrika’da umut, Güney Asya’da kılıç, Pasifik’te sessiz bir ihtilaldir.”
Pakistan’ın nükleerleşmesi bir savaş değil; bir mecburiyetin sonucuydu.
Ve o mecburiyetin gerisinde sadece bilim değil ; bir bilinç vardı.
Bu bilinç, kardeşlikten gelen stratejik sezgiyle yoğruldu.
Türkiye, bu süreçte ne emir verdi, ne emir aldı.
Sadece gerektiğinde bir cümle kurdu, gerektiğinde bir belge yaktı.
Ama en önemlisi: Hissettirmeden var oldu.
“Bazı ülkeler bağırarak korkutur, bazıları ise sessizce yön verir ve nükleer olan güçtür; ama onu yöneten zeka gelecektir, dahası Türk zekası artık sadece bölgesel değil; küresel bir oyunun kilididir.”
Gürkan KARAÇAM