Cumhuriyetle birlikte yaşanan büyük dönüşüm, Türkiye’deki tüm kesimleri etkiledi. Bilhassa da azınlık (ekalliyet) olarak tanımlanan Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşları. Azınlıklar, Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmet döneminden başlanarak “millet” sistemi içerisinde örgütlenmişlerdi. Bu durum onlara cemaat içerisinde ve iç işlerinde müthiş bir özgürlük alanı tanıyordu. Oysa Cumhuriyet yönetiminin eşit ve “Türk vatandaşı” kimliği oluşturmak hedefi, bu “müthiş özgürlük alanıyla” uyuşmuyordu.
Lozan Barış Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’nde var olan Müslim-gayrimüslim ayrımı ile belirlenen azınlık statüsü korunmuştu. Fakat özellikle laiklik ilkesi doğrultusunda azınlık cemaatleri, yönetim şekillerinde düzenlemeye gitmek zorunda kaldılar. Bu çerçevede Hahambaşının cemaat işleriyle ilgili yetkileri valilere devredildi. Hahambaşılığın merkezi teşkilatını parçalayan bu düzenlemeden sonra Yahudi cemaati, 80 üyeden oluşan bir Meclis-i Umumi seçerek bu kurumla temsil edildi. Hahambaşı, varlığını sürdürmekle birlikte yetkileri gittikçe kısıtlandı.
Hilafetin ilgasından sonra Patrikhanelerle birlikte Hahambaşılığın da lağvedilmesi gündeme geldi. Sonunda 15 Eylül 1925 tarihinde Yahudi cemaati, Lozan Antlaşması’nın 42. maddesiyle kendilerine verilen haklardan feragat etmeye karar verdi. Bu, Hahambaşılığın kendisini sadece ruhani konularla kısıtlaması anlamını taşımaktaydı. Böylece 1931 yılında vefat eden Hahambaşı Kaymakamı Haim Becerano'nun yerine yeni bir Hahambaşı seçilemedi. Yahudi toplumu, uzun yıllar tüccar, sanayici ve hukukçu gibi çeşitli mesleklere mensup toplumun önde gelenleri tarafından yönetilmek durumunda kaldı.
Bir dizi kısıtlamalara tabi olsalar da çıkartılan yasalar Yahudilere, Rum ve Ermenilere göre kısmen daha az sertlikte uygulanıyordu. Öncelikle yeni rejimde Yahudiler, “örnek azınlık” olarak görülmüştü. Hem İsmet Paşa’nın Lozan görüşmeleri esnasında Yahudilerin sadakatini vurgulaması, hem de Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir İktisat Kongresi’nde İsmet Paşa’yla aynı noktaya temas eden sözleri bu doğrultuda değerlendirilebilir.
Yönetimin, ekalliyetler içinde Yahudileri biraz daha ayrı bir yerde tuttuğunu belirtmiştik. İdareyle kurdukları yakın ilişkilerle ön plana çıkmış isimler var. Birkaçını zikretmek gerekirse Lozan’a giden Türk heyetinde bulunan Hahambaşı Nahum Efendi, Sami Günzberg, eski İttihatçı ve Türkçülüğün ideologlarından Moiz Kohen (Munis Tekinalp) ve İttihatçı Emniyet Amiri Samuel İzisel örnek verilebilir.
Örnek azınlık mı?
Şüphe duyulan bir topluluk mu? Cumhuriyet’in ilk 40 yılında Türkiye
Türkiye Cumhuriyeti yönetimi ile yakın ilişkileri ile ön plana çıkan; Türkiye Yahudilerinden Hahambaşı Nahum Efendinin yer aldığı Lozan Türk Heyetinden bir kare
Cumhuriyetle birlikte yaşanan büyük dönüşüm, Türkiye’deki tüm kesimleri etkiledi. Bilhassa da azınlık (ekalliyet) olarak tanımlanan Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşları. Azınlıklar, Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmet döneminden başlanarak “millet” sistemi içerisinde örgütlenmişlerdi. Bu durum onlara cemaat içerisinde ve iç işlerinde müthiş bir özgürlük alanı tanıyordu. Oysa Cumhuriyet yönetiminin eşit ve “Türk vatandaşı” kimliği oluşturmak hedefi, bu “müthiş özgürlük alanıyla” uyuşmuyordu.
Lozan Barış Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’nde var olan Müslim-gayrimüslim ayrımı ile belirlenen azınlık statüsü korunmuştu. Fakat özellikle laiklik ilkesi doğrultusunda azınlık cemaatleri, yönetim şekillerinde düzenlemeye gitmek zorunda kaldılar. Bu çerçevede Hahambaşının cemaat işleriyle ilgili yetkileri valilere devredildi. Hahambaşılığın merkezi teşkilatını parçalayan bu düzenlemeden sonra Yahudi cemaati, 80 üyeden oluşan bir Meclis-i Umumi seçerek bu kurumla temsil edildi. Hahambaşı, varlığını sürdürmekle birlikte yetkileri gittikçe kısıtlandı.
Hilafetin ilgasından sonra Patrikhanelerle birlikte Hahambaşılığın da lağvedilmesi gündeme geldi. Sonunda 15 Eylül 1925 tarihinde Yahudi cemaati, Lozan Antlaşması’nın 42. maddesiyle kendilerine verilen haklardan feragat etmeye karar verdi. Bu, Hahambaşılığın kendisini sadece ruhani konularla kısıtlaması anlamını taşımaktaydı. Böylece 1931 yılında vefat eden Hahambaşı Kaymakamı Haim Becerano'nun yerine yeni bir Hahambaşı seçilemedi. Yahudi toplumu, uzun yıllar tüccar, sanayici ve hukukçu gibi çeşitli mesleklere mensup toplumun önde gelenleri tarafından yönetilmek durumunda kaldı.
Bir dizi kısıtlamalara tabi olsalar da çıkartılan yasalar Yahudilere, Rum ve Ermenilere göre kısmen daha az sertlikte uygulanıyordu. Öncelikle yeni rejimde Yahudiler, “örnek azınlık” olarak görülmüştü. Hem İsmet Paşa’nın Lozan görüşmeleri esnasında Yahudilerin sadakatini vurgulaması, hem de Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir İktisat Kongresi’nde İsmet Paşa’yla aynı noktaya temas eden sözleri bu doğrultuda değerlendirilebilir.
Yönetimin, ekalliyetler içinde Yahudileri biraz daha ayrı bir yerde tuttuğunu belirtmiştik. İdareyle kurdukları yakın ilişkilerle ön plana çıkmış isimler var. Birkaçını zikretmek gerekirse Lozan’a giden Türk heyetinde bulunan Hahambaşı Nahum Efendi, Sami Günzberg, eski İttihatçı ve Türkçülüğün ideologlarından Moiz Kohen (Munis Tekinalp) ve İttihatçı Emniyet Amiri Samuel İzisel örnek verilebilir.
Milli Mücadele’ye kurdukları örgütlerle destek veren Türkiye Yahudileri, Cumhuriyetle birlikte de yeni yönetimin yanında yer almışlardı. 1924 Anayasa'sının getirdiği eşitlik ilkesi doğrultusunda bir Türk vatandaşı olarak kanun önünde her yönden eşit statüye kavuştular. 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun’un da çeşitli din ve mezhep mensuplarını bir millet halinde eşit haklarla kaynaştırmakta önemli bir rolü oldu.
Kanunen eşit vatandaş olan Cumhuriyetin azınlık vatandaşları, siyasi hayatta da temsil hakkı elde ettiler. İlk olarak ikinci muhalefet partisi denemesi olan Serbest Cumhuriyet Fırkasının, belediye seçimleri için İstanbul’dan gösterdiği 117 aday içinde, üçü Yahudi olmak üzere, 13’ü azınlıklardan oluştu. CHP ise ilk defa 1935 seçimleri için listesinde azınlık adaylara yer verdi.
Yahudilerin sosyal hayatlarını en çok olumsuz etkileyen gelişme ise antisemit hareketlerin görülmesiydi. Yahudi düşmanlığı, dünyada yayılırken, kısmi olmakla birlikte, 1927 yılından itibaren Türkiye’ye de sıçramakta gecikmemişti. Önce Elya Niyego adlı Yahudi bir genç kızın öldürülmesiyle bu dalga başladı. Sonra 1934 yılının ortalarında Trakya Olayları ile büyüdü. Hükümet, Trakya olayları karşısında bir takım tedbirler almıştı ama bu, sonuca yeterince etki etmedi. Nihayetinde Trakya'daki Yahudi aileler, her şeylerini bırakıp İstanbul'a kaçmak durumunda kaldılar. Aslında başlangıçtan itibaren Tevhid-i Efkâr, Akbaba, Paşeli gibi yayın organlarında Yahudiler aleyhinde yazılara rastlandığını da belirtelim
Not ; Yazımızın 3 bölüm ve son kısmı yarın gazeteniz Güneyden Haber'de
Gökalp Şentürk