Allah bir daha yaşatmasın!..
Adına Deprem denilen tabiat olayının, geçmişiyle, geleceğiyle Türkiyenin gerçekleri arasında önemli bir yer tuttuğu malumdur.
Kelimenin “dep-mek” ten, depreşmekten” geldiği anlaşılıyor. Kelimeyi Türk dil kurumu bulmuşsa da iyi bulmuş. Bir kısım vatandaş hala “zelzele” demeye devam ediyor; kelimenin beyinde uyandırdığı korkunun dili çabuklaştırmasıyla zelzele gibi üç heceli Arapça bir kelimenin hızla milli hafızadan silineceğinden ve adeta bir buçuk hecede söylenen deprem kelimesinin daha da yaygınlaşacağından eminiz.
1999’da hassas yerimizden öyle bir darbe yedik ki; takip eden 6 ay içinde adeta birer deprem uzmanı olduk. Afrika ve Arap yarımadası, Anadolu’nun bir kısmıyla birlikte kuzeye doğru kayıyordu. Kuzeyde ise Karadeniz, Kafkaslar, Doğu Avrupa ve Asya stepleriyle tümleşik büyük bir plaka vardı.
Bu güçlü plaka, Anadolu’nun Kuzey Anadolu Fay hattının (plakaların birleşme çizgisi) güneyinde kalan kesimin batıya doğru yürümesine neden oluyordu. Senede 1,5 santim kadar yürümesi gereken plaka bazı stres nokralarında yer altının jeofiziksel tabiatına uygun olarak takılıyor ve bir enerji birikimine neden oluyordu.
Basınç devam ederken Anadolu’nun batı yürüyüşü alttaki “sert dişliler” tarafından engellendiği için dişlilerin ani kırıldığı noktalarda 100-120 yılda bir büyük deprem oluyordu. Küçük depremler bunun için faydalıydı. Dişliler 30-40 yılda bir kırılsa en fazla 5 şiddetinde deprem yaşanırken 100-150 yılda kırılınca depremin şiddeti 7 ile 8 arasında gerçekleşiyordu.
1999 Gölcük depremi, Sultan II. Abdülhamid zamanından beri kırılmayan bir fayın hareketinden kaynaklanmıştı. Yüz yıllık bir stresin (enerji birikmesinin) bir sonucuydu. Bu nedenle bizim ev mahalleyle ve Gölcükle birlikte 3,5 metre Ege’ye doğru yürürken İzmit yerinde durdu. Sapanca gölünün ve Adapazarı’nın güneyi yürüdü, kuzeyi seyretti. “Yanal atımlı” Kuzey Anadolu fayının marifeti buydu işte. Benim “yürüdü” dediğime Depremciler, “ötelendi” diyor.
Depremin Amerikan HAARP teknolojisiyle Türklere gözdağı vermek, donanmayı Marmaris’e, 6. Filo’nun görebileceği bir noktaya çıkarmak ve Kaliforniya’daki St. Andreas fayının kontrollü kırılmasıyla ilgili deney yapmak için Amerikalılar tarafından nükleer güç kullanılarak tetiklendiğine dair çalışmalar yapıldı; kitaplar yazıldı.
Bunlardan en ciddisi, cemaatçi diye ordudan uzaklaştırılan Aydoğan Vatandaş’a ait idi. Ama F. Gülen ABD’ye yerleştikten sonda Vatandaş’ın bu tezi canlı tutup tutmadığını veya bu tür kitaplar yazıp yazmadığını bilmiyorum. En son 2002’de “Kod Adı Kılıçbalığı”nda 11Eylül’ü Amerikan çetelerinin işi olarak anlatıyordu.
Kim ne derse desin Hükümet, bu asrın felaketinde başarılı bir sınav vermişlerdir. Halk derme çatma çadırlardan önce çadır kentlere alınmış, sonra Prefabriklere taşınmış; köyde damı, kümesi yıkılana bile konut tahsis edilmiş, 50.000 konutla bölgeye uygarlık gelmiştir.
Gözü kör olasıca politika yüzünden depremde ne hale düştüğünü veya eski evinde sobayı nasıl tutuşturduğunu unutan cühela takımı, doğalgazlı ve kombili evlere kurulmuş; “evlerin çatı izolasyonu zayıf, dam akıtıyor sıva çatlağı var. Dünya bankası konutları ne güzel, Bayındırlığınkiler beş para etmez.. gibi haksız propagandalara girişmişti. ”
Bazı “konaktan çıkmalar' da mutfak evyeleri su sızdırıyor, işçilik sıfır, çevre düzenlemesi ne zaman yapılacak!..” Gibi pespaye sözlerle olası bir MHP sempatizanlığının önüne geçmeye çalışıyordu. Halbuki dönemin MHP'li Bayındırlık Bakanının “ben milletimi sokakta bırakmam” diyerek başlattığı konut yapımındaki milli sürat, deprem konutu ustası Japonları bile şaşırtmış, aklı olan herkese parmak ısırtmıştı.
MHP, tüm mükerrer masraflarına rağmen, 'ben halkımı çadırda yaşatmam' diyerek bürokratların itirazına rağmen, aynı sayıda prefabrik geçici konut yaptırmış olması büyük bir sosyal faciayı önlemiştir. Çadırkentler, insanlara sürekli bir tatil psikolojisi veriyor, komünal yaşam gençler üzerinde olumsuz ahlaki etkiler bırakıyor, asi gençler arkadaş çadırlarına taşınıyor; anneler diğer çadırkentlerde oğlunu kızını aramak zorunda kalıyordu.
Misyonerleri, ben görmedim; ama haçlı boyalı caritas ciplerinin bir gidip biri geliyordu. Böyle bir ortamdan herkesin menfaat sağlamak isteyeceği kesindir. Adapazarı’nda İtalyan Caritas’ın faaliyeti hakkında duyumlar aldık ancak buralardan karlı bir iş çıkarabildiklerini sanmıyoruz. Çadır kentler devam etseydi her şey olabilirdi. Rehabilitasyon adı altında 'yağ satarım bal satarım' oynatan amatör psikologların bu tür yerlere davet edildiğini biliyorum.
Deprem, bizim gibi daha tam yerleşememiş toplumlar için büyük bir imtihandır. Kur’anda Zilzal suresi adıyla doğrudan depremi anlatan bir sure bulunduğu gibi, bir çok yerde de yer kabuğunun “dünyanın faniliğini hatırlatacak şekilde” zaman zaman kırılıp büküldüğü anlatılır.
Şimdi biraz da tedbiri konuşalım:
17 Ağustos 1999 Adapazarı-Gölcük-Yalova Depreminde bu kentlerin metropol kesimlerinin sadece % 5’i yıkılmıştır. Bu bile büyük bir yıkımdır.
Kurtulan sayısı tabii ki kayıp sayısının yüz katıdır. Yani herkesin korku içinde depremi beklemesi anlamsızdır. Ama imkânı olup da tedbir almamak akılsızlıktır. Hükümetlerin siyasete verdiği enerjiyi depremle mücadeleye vermesini beklerdik. Çok değerli yıllar şimdi geride kaldı.
Yıkımın Niteliği
Yol kenarlarındaki yığma araziler üzerine yapılan mühendislik hesapları ve mimarlık ölçütlerinden yoksun evler yıkılmıştır.
Yamaçlar, tepeler, düzlüklere göre daha sağlamdır. Sebebi enerjinin kayaçlar tarafından soğurulması ve “S” dalgalarının yıkıcı bir silkeleme rahatlığı içinde ilerleyememesidir.
Alüvyon veya sonradan yığma düz arazilerin her ikisi de tehlikelidir. Ama yığma bir sahil şeridi toptan denize de düşebilir. Değirmendere’de o gün 12’den sonra çay içtiğimiz çay bahçesi, 03.03’te denizin dibindeydi.
Deprem öldürmez, bina öldürür. Altında dükkan genişletmek için yapılmış kolon kesiği bulunan dükkanlı binalarda oturulmamalıdır. Fırınlı binalar daha çok çöktü. Isının kolonlarda kuruma ve çimentoda tozlaşma meydana getirdiği iddia edildi.
Üstünde su deposu bulunan evler tehlikeli oldu. Ev yatarken su tepeden balansı olumsuz etkiledi.
Havuzlu villalara dikkat!.. Kaçayım derken boğulmasınlar. Su depremde tanınmaz hale geliyor; çoluk var çocuk var.
Son Olarak...
Depremler Magma tabakasının yeryüzüyle selamlaşmasıdır. Oradan gelen ısı, gazlar ve mineraller olmasa bugün pek çok verimli topraktan, yeşillikten ve güzellikten mahrum kalacaktık. Tabiatın veya haşa Allah’ın yersiz, düzensiz ve ölçüsüz metropollerdeki deprem kayıplarında hiçbir sorumluluğu yoktur. Sorumluluk, aklını be bilimi yeterince kullanmayan insanlarındır.
Haritada Kuzey Anadolu Fayını şöyle bir takip ediniz; yeşilliklerin altında insanlığa, eşref-i mahlûkata hizmet için ağır ağır çalıştığını göreceksiniz.
Sonra da düşünürken depremlerin hem inancımızın temel gerçeklerini hatırlatması hem de bilimin gelişmesi üzerinde ne kadar büyük etkisi olduğunu fark edeceksiniz.
Gökalp Şentürk
#TOYŞAD