Tarih: 04.06.2023 15:45

Bu “adam” bunları yaparken yorulmamış mı? Ben yazarken yoruldum! (1)

Facebook Twitter Linked-in

Bu “adam” bunları yaparken yorulmamış mı? Ben yazarken yoruldum! (1)

Kimi tarihçilere göre 3-4 bin yıllık bir şehir. Kimilerine göre ise 7 bin. Ve daha eski diyenlerde var. Aslında daha eski olduğu zaten tahmin ediliyor ama yazılı tarih bu coğrafyada olan savaşlar sonrasında ganimet için yakılıp-yıkılan şehir hikâyeleri ile dolu olduğundan (Erzurum için de aynı şeyin geçerli olduğu abartısız söylenebilir) o yüzden daha eski olduğunu ifade eden yazılı bir kayıt bulunamamıştır. İpek yolunun merkez noktalarından birisi. Hani derler ya “yolgeçen hanı”; işte gerçekten de yolgeçen hanı olarak kullanılan bir şehir. Kim bilir; belki de bu tabir bizim şehrimiz, Erzurum için kullanılmıştır. İçi boş bir tahta bavulla gelip, şehrin yönetiminde yer alacak kadar olanlardan mı bahsetsek, yoksa yıllarca bu şehrin nimetlerinden faydalandıktan sonra ardına bile bakmadan, bu topraklardan çıkıp gidip ve sonrasında bu coğrafyayı ve insanını kötüleyenlerden mi?  Bilenler bilir; bilmeyenler için bir kez daha ben anlatayım. İsim vermeden, yer vermeden, zaman vermeden… Çünkü bu toprakların kaderinde vardır, yüzü gülmemiştir. Ekmeğinin tuzu hiç olmamıştır… Efendim; vakti zamanında padişahın birisi acem topraklarına sefere gidermiş. Bu diyarlardan geçer iken aniden kış bastırmış ve asker hareket edemez duruma düşmüş. Vezirler, komutanlar Padişahın huzuruna varıp durumu arz edince, Padişah ta kabullenip, en azından bahara kadar bu topraklarda kışı geçirmeye karar vermişler. İşte masalımızın detayı da burada başlıyor aslında. Kış tam da kendisini göstermeye başladığı bir esnada Padişahın çadırının önünde bir hareketlilik, bir koşuşturma başlamış. Seslerden dolayı durumu merak eden Padişah, vezirine “git bak bakalım nedir?” diye dışarı göndermiş. Vezir biraz sonra çadıra döndüğünde “aman Padişahım, affınıza sığınarak bu konudan bahsetmesek” diye geçiştirmek istemiş ama Padişah meraklanmış bir kere, öğrenmeden olmazmış. Hiddetli bir şekilde emri tekrar edince vezir başlamış anlatmaya; “Padişahım affınıza sığınarak, çadırınızın önünde kemikleri sayılmaya tutmuş zayıf ve tüysüz bir köpek gelmiş yatmış bir yere kımıldamıyor. Asker onu kaldırmaya uğraştıkça o yere iyice yapışıp, huysuzluk yaparak gürültü çıkarmış. İşte seslerin sebebi budur” demiş ve el pençe divan Padişahın karşısında başı öne eğik beklemeye durmuş. Maneviyatta keramet sahibi olan Padişah, az biraz düşündükten sonra “ben bu topraklarımın durumunu pek bilmezdim, şimdi bu köpek sayesinde bu topraklarımın geleceğinin halini çıkarmayı niyetlenelim” diyerek askerlerine bu köpeğe kış boyunca hizmet edilmesini, bir dediğinin iki edilmemesini ve hatta hiçbir işine karışılmamasını emretmiş. Padişah buyruğudur diye yemeklerin en iyisinden verilen ve hiçbir hareketine sınırlama getirilmeyen bu köpek, bahara kadar öyle bir hal almış ki; heybetine heybet katarak, neredeyse bir at kadar büyümüş. Yeleyi andıran tüyleri, bakışlarındaki kibir yüklü azameti de cabasıymış. Ve baharın ilk ışıkları arasında, güneşli bir öğlene doğru vaktinde vezirlerini yanına alarak, kış boyunca bakımını yaptıkları bu misafiri uğurlamaya koyulmuşlar. Hayvan, geldiği yöne batıya doğru bir iki adım attıktan sonra geriye dönüp başlamış acı acı havlamaya ve havlamasını bitirir bitirmez de arkasını dönüp kalabalığa karşı pisleyip, çıkıp gitmiş. Padişah, bu durum karşısında üzülüp içerlemiş ve yanında bulunan vezirlerine dönüp; bu ilimin kaderinde sonsuza kadar hep böyle olacak. Bu şehrin kıymeti hiç bilinmeyecek, ekmeğinin tuzu hiçbir zaman olmayacak. Emeğinin karşılığını da, hak ettiği gerçek değerini de hiç bulamayacak. Deyip, askere hareket emrini vermiş. Elçiye zeval olmaz. Ben duyduklarımı yazıp, dilim döndükçe anlattım. Ama gördüğüm ve tecrübe edindiğim padişahın kerameti doğrultusunda oldu hep. Ta ki; Birileri çıkıp, bu gidişe dur diyene kadar. Ta ki birileri çıkıp, coğrafya kader değildir diyene kadar. Birileri çıkıp; hak verilmez alınır diyene kadar. Orhan Şerifsoy’lar, Mehmet Ali Ünal’lar, Mehmet Sekmen’ler gelene kadar… Çok iyi hatırlıyorum; çocukluğumun büyük bir çoğunluğu toprak zeminlerde geçti. Parke taş ve asfalt sonralarda girdi hayatımıza. Parke taşlar mahalle girişlerine dökülmeye başladığı zamanlarda, ustalar ellerinde malzemeleriyle savaş kahramanı gibi karşılanırdı. Evlerde çeşit çeşit yemeklerin kokusu yayılmaya başlardı sokaklara taşan. Yemek derken aklınıza dolmalar, tavuklar, kuzular falan gelmesin. Patates ağırlıklı yapılan o günün şartlarında pişirilen yemeklerden bahsediyorum. Çorbalar falan… Pişirilen bu yemekler tepsilere konulup, padişah vari çalışan ustalarımıza servis edilirdi hep, bir yandan tepsiler bir yandan da yanan semaverlerde dumanı üzerinde tüten çay. Çünkü yol yapan ustalar, kendilerine çalışıyordu. Topraktan kurtulacaklardı, çamurdan ve tozdan. Çünkü bu hizmet kendilerine gelmişti. Allah rahmet eylesin Necati Güllülü’nün Belediye Başkanlığında sokağımıza giren ilk asfalt ile tanıştığımızda, ilk kez o sofralara börekler eklenmişti. Mantıslarda kaynayan tavukların kokusu halen daha burnumda. Sıcak asfaltın üzerinde taklalar atışımız ise “bir varmış-bir yokmuş” lara karıştı. İşte böyleydi benim halkım, benim insanım. Kendisine hizmet edene kul-köle olurdu. Elinde avucunda ne var ise çekinmeden harcardı. Nice Belediye başkanları geldi geçti bu şehire hizmet eden. Bir Orhan Şerifsoy’u anlatmak şimdiki nesillerimize dünyayı yeniden imar etmek gibi bir şeydi aslında. Çünkü onlar Erzurum’un b..klu derelerini bilmezlerdi. Nasıl bilsinlerdi ki? Kendi ana-babaları anlatmamıştı ki, onlarda unutmuştu vesselam. Biz ne ara bu kadar vurdumduymaz olduk, işte onu bilemedim. Çok eskiden değil, daha bir kaç yıl öncesine kadar komşuluklarımızın özünde yatan muhabbeti, pandemiye kurban etmiş ve kimselere haber vermeden gömmüşüz de haberimiz yok. Tıpkı haberimiz olmadan gömülen cenazelerimiz gibi, tıpkı kapı komşumuzun kim olduğundan bi haber yaşadığımız gibi, tıpkı sırf bir bardak çay içiririm diye en yakın arkadaşlıkları bile “işim var” diye ötelediğimiz gibi. Biz Erzurum’u dünden böyle mi devraldık, yarınlara böyle devredelim. Yapılan hizmetler eksiğiyle, noksanıyla bizim için yapılıyordu. Kimseler bizden tepsi içinde çay beklemedi ve şimdiki ustalarda bırak padişah tavrını, amele tarzını dahi koruyamıyor ya neyse. Sahi; biz ne ara bu kadar nankör olduk ve bizim için yapılanları inkâra kalktık. Elbette ki eksiklikleri vardı. Elbette ki hataları vardı ama ne olur ise olsun bizim için yapılmıştı, yapılıyordu ve ne kadar nankör olur isek olalım, yapılacak ta. Dua edip, teşekkür etmesek bile inkâr edip yok saymayalım bari. İşte meydan, işte şehir, işte halk… Bu şehir; şehir vasfını belki çok uzun zamanlar önceden almıştı ama bu halini; kabul etseniz de, etmeseniz de Mehmet Sekmen zamanında almaya başladı. Artık bu gerçeği görmemizde ve hatta kabullenmemizde fayda var. Elimizde günün şartlarına göre her geçen gün kan kaybeden ve derdine derman aranılan bir şehir var ve buyurun tahlili hep beraber yapalım ve teşhisi de yine biz kendimiz, hep beraber koyalım. Tedavisi o zaman daha kolay olur ve sonuca ulaşırız, yok inkâra devam eder isek o zaman bu hasta ölür bilesiniz. Bu şehrin çok değil 20 yıl gerisine gidildiği zaman, sivil havaalanı dahi olmadığını hepimiz biliyoruz. Yani askeri hava alanını ortaklaşa kullandığımız için;  nizamiyeden içeri girip, uygun adımda ilerleyerek asker edasıyla uçağa bindiğimiz günlerin fotosu halen daha renkli. Bu yüzden bazı eleştirileri yaparken de elimizi vicdanımıza muhakkak koyalım. Veya biraz daha yenilere geldiğimizde ilk köprülü kavşağı şehrimize yapan Belediye Başkanımızı nasıl da göklere çıkarıyorduk, hani hepimiz çocuklar gibi şendik. Veya neredeyse yarım asırdır yaptığımız sünnet dâhil tüm düğünlerde havuz başını tur atmıştık. Her hangi bir iş için şehir dışına çıkanlarımızın, birkaç gün sonra geri gelip bu şehire alışmaları, yine günleri alması unutulur şeyler değildi ki. Başka şehirlerde olan apartmanlar, parklar-bahçeler, havuzlar bizde neden yoktu ki? Bir yerleşkenin şehir olabilmesi için, elde olması gereken ilk şey vizyondur. İşte bu terim ve içeriği olmadan; bir alan, bir toprak parçası, bir yaşanılan yer ne yazıktır ki şehir olamıyor.


Orjinal Habere Git
— HABER SONU —