Şehadet Şerbeti: Bir Mataranın İçine Sığan Veda
Bazı eşyalar vardır…
Bir nesne değil, bir dua taşır.
Bir ah taşır, bir tarih taşır.
Tıpkı Osmanlı ordusunda cephedeki tabip-hekimlerin yanlarında taşıdığı, küçük bir fıçıya benzeyen o matara gibi… İçinde yalnızca şerbet değil, bir milletin fedakârlığı, bir askerin son nefesindeki teslimiyeti gizlidir.
Adına “Tabip-Hekim Matarası” denilmiş. Dışı sade değil; hilalli, yıldızlı, işlemeli. Sanki giden her canın anısını üzerine kazımış. İçindeyse sadece zemzem ve baldan oluşan bir karışım değil, dualar var, sadakat var, teslimiyet var…
O mataradan son yudumunu alan her asker, artık dönüşü olmayan bir yola çıkmak üzereydi. Yaralıydı. Ağırdı. Doktorlar artık elden bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Ama bir şeyi daha biliyorlardı: Bir veda ancak inançla yumuşatılabilir. Ve o veda, bir yudum şerbetle kolaylaştırılmalıydı.
İşte bu yüzden içirilen o şerbete “şehadet şerbeti” denmiş. İşte o yüzden bugün hâlâ “şehadet şerbetini içti” dediğimizde gözlerimiz dolar, kalbimiz titrer.
Bugün her şey modernleşti. Savaşlar bile ekrana sığdırılabilir hâle geldi. Ama insanlık hâlâ o eski mataradaki samimiyeti, vefayı ve dualı vedaları arıyor.
Cephelerin şekli değişti, ama şehitliğin anlamı değişmedi.
Hâlâ birileri “vatan sağ olsun” diyerek evladını toprağa veriyor.
Hâlâ birileri, geri dönemeyeceğini bile bile yola çıkıyor.
O matara artık yok belki. Ama içindeki niyet, o günkü gibi temizse, biz hâlâ aynı milletiz.
Bir gün yine bir şehit haberinde duyarsınız:
“Şehadet şerbetini içti.”
Belki o an bu yazıyı hatırlarsınız.
Ve anlarsınız ki, bir yudum şerbet bazen bir ömür kadar anlamlıdır…
Not: Bu yazı, yalnızca bir hatırlatma değil; bir hatıra ve bir uyanıştır. Bu topraklar kolay vatan olmadı. Mataradan içilen her şerbet, bir milletin ayağa kalkışıdır.