1984: EN SESSİZ ÇIĞLIK, ZORLA ASİMİLASYON
“Adını sildiler, ama yüreğini silemediler.”
1984 yılı…
Takvimlerde sıradan bir tarih.
Ama Bulgaristan Türkleri için o yıl, kendi adlarını kaybettikleri,
annelerinin verdiği isimlerin devlet eliyle gasp edildiği,
bir milletin susturulmadığı, boğulduğu yıldır.
Bu bir yasa değildi.
Bu bir idari işlem değildi.
Bu bir insanlık suçuydu.
“Artık Adın Yok!”
Milyonlarca Türk, bir sabah resmî görevliler eşliğinde köy meydanlarına çağrıldı.
Yanlarında polisler, ellerinde listeler vardı.
"Yeni Bulgar isimlerinizi almaya geldik!" dediler.
Ali oldu Angel, Ayşe oldu Anelia, Mehmet oldu Mihail…
Diller sürçtü, gözler doldu, ama çare yoktu.
Karşı çıkan dayak yedi.
Direnen hapse atıldı.
Kimi sürüldü, kimi kayboldu.
Bir insanın adı, onun kimliğidir.
Adını aldığınızda, onu hayattan düşürürsünüz.
İşte Bulgar devleti, 1984’te bunu yaptı.
Ezan Susturuldu, Ruhlar Susturuldu
İsim değişikliğinin ardından, dini hayat da tamamen hedefe alındı.
Kur’an okumak, dua etmek, cenaze kaldırmak bile “devlet izniyle” mümkündü.
Ezanlar susturuldu.
İmamlar görevden alındı.
İslamî mezarlıklara bile yeni isim tabelaları dikildi.
Ve halk…
O günleri anlatırken hâlâ içi titreyerek şunu söylüyor:
“Bir daha doğmuş gibi oldum, ama bu doğum mezarda başladı.”
Çocuklar da Hedefteydi
Anaokullarında çocuklara "Ben Bulgarlardanım!" demeleri öğretiliyordu.
Evde Türkçe konuşan çocuğa okulda ceza veriliyordu.
Çocuklar, kendi dilinden, kendi adından utanmaya alıştırıldı.
Asimilasyon sadece kimliğe değil, zihne ve ruha yapıldı.
Ve bu yüzden bu zulüm, fiziksel değil;
manevi bir soykırımdı.
Kısık Sesten Çığlığa: İçten İçten Kaynayan Öfke
Tüm bunlar olurken, Türk halkı önce sustu.
Ama sonra içindeki ateş kabardı.
Çünkü onur, toprağa değil, yüreğe kazınır.
Ve bu çığlık, birkaç yıl sonra
büyük göçün ve direnişin kıvılcımı olacaktı…